17 Ekim 2010 Pazar

Özgürlüğün Öteki Yüzü

Güneş’in Ağzından…
Özgür olma halini yanlış anladığımı fark ettiğim sıralarda Güney,henüz altı yaşındaydı.Yanlış olmasa da bir yerleri eksik kalmıştı.Özgürlüğün yeri mesela.Beyinde mi bedende mi?

Hatırlıyorum da uzun yıllar boyunca tüm kış akşamlarımızı pencerenin önünde, önümüzde boylu boyunca uzanan caddede , babamın siluetini görmeyi bekleyerek geçirirdik.Pencerenin önünde öylece yola bakarken o anki halimiz, gözümün önüne birden , sanki odaya uzaktan bakan biriymişim, gibi gelirdi.Halimiz anlamsız bir şekilde tüm sinir sistemimi harekete geçirir,Güney’i tüm kuvvetimle sarsarak televizyonun başına geçirirdim.

Televizyon, annemin öldüğü yıllarda bizim için adeta bir kaçış tüneliydi.Büyük bir boşluğun hakimiyet kurduğu yaşamımızda , zaman öldüren tek silahımız, insanların özel hayatlarını didikleyen programları,düşüncelerini sınırlandırarak dile getiren oturumları,büyük yerden ambargo yiyen haberleri izlemekti.Bazen fiziki olarak bu kadar özgürken,beynimin kıvrımlarına takılmış kelepçelerden kurtulamamak canımı yakıyordu.Nihayetinde on yedi yaşında, annesi olmayan,modern fikirlere sahip babası olan bir kadındım.-Evet,kendimi kadın gibi hissediyordum.Annemsiz geçen bu beş sene içinde evi çekip çeviren,Güney’i şefkatle saran ben olduğumdandır bu hissim.- Dilediğimce gezip tozamamak,istediğim gibi giyinememek,saçlarımı o çok sevdiğim kan rengine boyatamamak asabımı bozuyordu.İçten içte sorunun bende olduğunu sezsem de “Deli misin,istediğini yapsana! Ne karışan var ne görüşen?!” diyen yaşıtlarıma uzun uzadıya hikayeler anlatıyordum.Annesi olmayan,kardeşine bakan hanım bir kızın aslında böyle olması gerektiğini,aksi takdirde babamın göründüğü kadar modern davranmayacağını mesela… Sahi ya piercing takan bir ablayı kim dikkate alırdı ki?

Annemin ölümünden beş yıl sekiz ay sonra buz gibi bir ekim gününde babam da öldü benim için.Cuma akşamı yine her zamanki sessiz ve çaresiz hallerimizle Güneyle birlikte pencere önünde dikilmiş,benim sinir nöbetimden sonra da televizyonun karşısına geçip ekranın içindeki o gülen kuklaları taklit ediyor,yani biz de gülüyorduk.İçten gelerek veya zoraki ,sonunda gülmeye başlamıştık ya, babam en çok bundan haz ediyordu son aylarda.
Gece yarısına çeyrek kala benzi git gide solan babam deri ceketini askıya asıyordu.Hareketlerinde garip bir tezlik vardı o gece.Bacaklarına yapışan Güney’i sarmadan doğru yatak odasına girip üç beş eşyasını kaptığı gibi ikimizi de salona sürükledi.Kucağına aldığı Güney’in saçlarını ritmik hareketlerle okşuyor,gözlerini benden ayırmıyordu.Açıklama bekliyordum.Beklediğim açıklama gelmedikçe sinir katsayım artıyordu.Anlıyordum gözlerinden sessiz bir veda olacaktı.Anlamsız ve sessiz. “Tüm paraları her zaman olduğu yerde bıraktım.Yarın sabah amcan sizi gelip alacak.Uzun bir süre sizi göremeyeceğim yavrum.Kardeşine iyi bakacağını biliyorum,ona beni düşman belletme,lütfen.Sizi çok seviyorum.” Deyip ellerimi tutup öptü. “Nereye?!” diyemeden karşı kaldırıma geçen siluetiyle baş başa kalmıştık.

Babamın yokluğunu takip eden günler boyunca onun ne kadar sorumsuz olduğunu düşünüp durdum.Anneciğimin nasıl bir aşkla ona tahammül ettiğini kurguluyor,ona acıyordum.Babamdan asla baba olmazdı! O yere göre sığmayan,kalıbından taşan bir adamdı.Her zaman hür yaşamış,zincire vurulunca kaçmıştı işte.Karısının olmadığı bir eve her akşam gelmek zorunda kalmayı yedirememişti aklına,mantığına. “Gitmek zorundayım” deyip gitmişti işte.Ne kadar sığ bir açıklama,ne kadar yavan!

Her geçen gün giderek büyüyen öfkem ve hüznüm iki aydan sonra şekil değiştirmeye başladı.Ya ben toyluğu bir kenara bırakıp içimdeki taşları yerine oturtuyordum,ya da hayat çok kolaylaşmıştı.Güney bir defa,büyümüştü.Omuzlarıma yüklenen annelik görevi katı kurallarından sıyrılmıştı bu sayede.Artık onunla arkadaştım,sahiden ablasıydım.Sadece ablası… Saçlarım mesela artık istediğim gibiydi. ‘Ben’ artık istediğim gibiydim.Ne beynimin kıvrımlarında ne de ellerimde kelepçeler vardı.Annemin yokluğunun damarlarımı tıkadığı,beni nefessiz bıraktığı yıllarda sorumsuz,kafasına göre hareket eden babamı öldürmemeyi başarmıştım.Katil değildim.Özgürdüm,özgür! Mutluyduk sonra,annem kadar olmasa da bize şefkat gösteren yengem vardı.Evine bağlı,evdeki insanlara karısına,çocuklarına ve bize bağlı bir amcam vardı.Kafasına göre evden çıkıp gitmeyen,yerini bilen.

Bugüne kadar neden kendim olamadığımı çok sorguladım.Kafesteki kuş değildim,istediğimi yapabilme lüksüne sahiptim.Elimin altında maddi,manevi her imkan da vardı.Benim zorum neydi peki? Şimdi bir-iki ay öncesini düşünüp kaybettiğim yıllara hayıflanıyorum.Kalbimi,düşüncelerimi nasıl bağladığımı gördükçe sinirleniyorum.Hani ‘zincirleri kırmak’ deyimi vardır ya,öyle bir şeydi benim yaşadığım bu dönüşüm.Kendi kendimin üzerine gelen,baskı kuran yine benden başkası değildi.Bunu farkettiğimde kainattaki en özgür kadın bendim.Babam ve ölümü beni geçmişten kopup gelen bir amazon yaptı.Ona minnettar olmam gerekirken değişmeyen tek düşüncem babamdan,baba olmayacağıydı.Babamdan asla baba olmazdı!

Asla Baba Olamayacak Adam’ın Ağzından…

Pardon,aşk nedir bilir miydiniz? Gözleriniz anlamlı bakmaya başladığından beri aşık olduğunuz kişi aynıysa O’nu kaybedince ne hissederdiniz? Eşimi kaybettiğimde yaşadığım inanılmaz acılar,beni onun katilini bulmaya sürükledi.Katilin izini sürmek ve sonunda onu bulduğumu hayal etmek benim için aldığım nefesten daha önemliydi artık.Leyla’nın ölümünden tam beş yıl sekiz ay sonra buldum onu.Sistemli bir takibin armağanıydı bana.Buldum ve öldürdüm.Kolay oldu.İçimi rahatlattım,intikamımı aldım.Ne bir vicdan azabı,ne bir iç sızlaması,yürek burkulması.Diri diri mezara gömülmeme neden olan adama daha fazlasını yapabilirdim ama Leyla’m buna bile razı değilken daha fazlasını yapamadım.Bu yaptığım şeyin sonunu düşünürken yüreğim sızlıyor,gözlerim doluyordu.Lakin aşk her zaman daha ağır basmıştı.

İçten içe Güneş’in benden nefret edeceğini biliyordum.Bu beş yıldır zoraki gülümsemelerden ileri gidememiştik.Her akşam yolumu gözlediğinin,kapıdan girdiğimde boynuma sarılmaya yeltendiğinin farkındaydım.Gelin görün ki Güneş’in yüzüne bile bakamıyordum.Güzelliğinden ve annesine benzerliğinden gözlerim kamaşıyordu,boğazıma bir düğüm atılıyordu.Şöyle alelacele bir yemek yedikten sonra hemen çalışma bahanesiyle odama çekilir,bazen de sadece Güney’i yanıma alırdım.

Güneş’in psikolojisine hiç de iyi katkılar yapmadığımın farkındaydım.Katili bulana kadar bundan hiçbir pişmanlık duymadım.Yalnız bu demir parmaklıklar arkasında olduğum süre içerisinde bol bol pişman olmaya vaktim oldu.Bu pişmanlık yüreğimi o kadar dağladı ki,ne zaman özgürce uçan bir kuş görsem kanadına takılacak kadar alçaldım utancımdan.Güneşe hasrettim.Güneş’ime hasrettim.Onun o annesine benzeyen yüzüne hasrettim.

Bazı günler,özellikle öğlen vakitleri yani Güneş’imin en yakıcı,yıkıcı olduğu saatler sinirlerim iyice gerilirdi.Vücudumun kontrolünü kaybeder,alevler saçardım.Bizi bu hale getiren şimdi cesedi bile olmayan o katile lanetler yağdırırdım.Öyle kızar öyle hırslanırdım ki,hırsımdan demirler eriyiverecek sanırdım.Demirleri hırsımla,öfkemle eritmeye uğraşırdım. ‘Eriseler de çıkıp gidebilsem buradan,ardıma bile bakmadan!’ diye söylenip dururdum.Bu yaşadığım öyle inanılmaz,öyle garipti ki yakınlarımın benim burada nasıl delirmeden durduğumu merak ettiklerini adım gibi biliyordum.Ben ki özgürlük kavramının sınırlarını yeniden yazandım.Övünürdü benimle Güneş’im. ‘Benim babam izin veriyor.’ Der geçerdi gece dışarı çıkmalarına laf eden komşulara.Onu böyle kendine güveni tam bir kız olarak görmek beni o kadar mutlu ederdi ki baba olduğuma bir kez daha şükrederdim.Şimdi o kendine güveni tam,uçuk kaçık,deli dolu Güneş’imin son yıllardaki halleri gözümün önüne gelince kafamda saç bırakmak istemiyorum.

Her yeni güne ‘bugün umutlu davranabilirim,burada olmanın iyi bir yanını bulabilirim’ diye başlamak insanın sinirlerini nasıl yıpratıyor,sadece buradakiler bilir.Burada şehrin en ücra köşelerini,en sevmediğiniz insanların yüzlerini özlersiniz.Bir aralık dışarı çıktığınız hayaline kapılsanız bahçede koşarsınız sevinçten.Burada insanların hayalleri oyuncaktır,herkes herkesin hayalleriyle oynar.Özlemlerini didikler.Siz sevdiğiniz insanlar 350 km. uzağınızda olduğunda özlediğinizi,hasret kaldığınızı düşünüp karalar bağlarsınız.Biz burada cm. yakınlıkla kendimizi kandırırız.Belki bizden yana bir adım atmıştır sevdiklerimiz diye umut eder dururuz.Bedenin tutsaklığı kalbin özgürlüğüyle uyum sağlayamıyorsa yapacak tek şey beklemek oluyor.Beklemek,beklemek ve beklemek…

Müebbetimin on üç yılını geride bırakıyorum.Burada hepimizin kahramanı bir Behçet ve onun on üç yıldır aklıma taktığı tek bir soru var. ‘Kırk yıldır buradayım.Özgür düşüncelere,özgür duygulara sahip olmaktan ne kadar mutluluk duyuyorum,her sabah nasıl bir zindelikle kalkıyorum bilemezsin.Burada yaşlanacağın yıllar içerisinde özgürlüğün yerini iyi düşün.Özgürlük beyinde mi bedende mi?