17 Ekim 2010 Pazar

Özgürlüğün Öteki Yüzü

Güneş’in Ağzından…
Özgür olma halini yanlış anladığımı fark ettiğim sıralarda Güney,henüz altı yaşındaydı.Yanlış olmasa da bir yerleri eksik kalmıştı.Özgürlüğün yeri mesela.Beyinde mi bedende mi?

Hatırlıyorum da uzun yıllar boyunca tüm kış akşamlarımızı pencerenin önünde, önümüzde boylu boyunca uzanan caddede , babamın siluetini görmeyi bekleyerek geçirirdik.Pencerenin önünde öylece yola bakarken o anki halimiz, gözümün önüne birden , sanki odaya uzaktan bakan biriymişim, gibi gelirdi.Halimiz anlamsız bir şekilde tüm sinir sistemimi harekete geçirir,Güney’i tüm kuvvetimle sarsarak televizyonun başına geçirirdim.

Televizyon, annemin öldüğü yıllarda bizim için adeta bir kaçış tüneliydi.Büyük bir boşluğun hakimiyet kurduğu yaşamımızda , zaman öldüren tek silahımız, insanların özel hayatlarını didikleyen programları,düşüncelerini sınırlandırarak dile getiren oturumları,büyük yerden ambargo yiyen haberleri izlemekti.Bazen fiziki olarak bu kadar özgürken,beynimin kıvrımlarına takılmış kelepçelerden kurtulamamak canımı yakıyordu.Nihayetinde on yedi yaşında, annesi olmayan,modern fikirlere sahip babası olan bir kadındım.-Evet,kendimi kadın gibi hissediyordum.Annemsiz geçen bu beş sene içinde evi çekip çeviren,Güney’i şefkatle saran ben olduğumdandır bu hissim.- Dilediğimce gezip tozamamak,istediğim gibi giyinememek,saçlarımı o çok sevdiğim kan rengine boyatamamak asabımı bozuyordu.İçten içte sorunun bende olduğunu sezsem de “Deli misin,istediğini yapsana! Ne karışan var ne görüşen?!” diyen yaşıtlarıma uzun uzadıya hikayeler anlatıyordum.Annesi olmayan,kardeşine bakan hanım bir kızın aslında böyle olması gerektiğini,aksi takdirde babamın göründüğü kadar modern davranmayacağını mesela… Sahi ya piercing takan bir ablayı kim dikkate alırdı ki?

Annemin ölümünden beş yıl sekiz ay sonra buz gibi bir ekim gününde babam da öldü benim için.Cuma akşamı yine her zamanki sessiz ve çaresiz hallerimizle Güneyle birlikte pencere önünde dikilmiş,benim sinir nöbetimden sonra da televizyonun karşısına geçip ekranın içindeki o gülen kuklaları taklit ediyor,yani biz de gülüyorduk.İçten gelerek veya zoraki ,sonunda gülmeye başlamıştık ya, babam en çok bundan haz ediyordu son aylarda.
Gece yarısına çeyrek kala benzi git gide solan babam deri ceketini askıya asıyordu.Hareketlerinde garip bir tezlik vardı o gece.Bacaklarına yapışan Güney’i sarmadan doğru yatak odasına girip üç beş eşyasını kaptığı gibi ikimizi de salona sürükledi.Kucağına aldığı Güney’in saçlarını ritmik hareketlerle okşuyor,gözlerini benden ayırmıyordu.Açıklama bekliyordum.Beklediğim açıklama gelmedikçe sinir katsayım artıyordu.Anlıyordum gözlerinden sessiz bir veda olacaktı.Anlamsız ve sessiz. “Tüm paraları her zaman olduğu yerde bıraktım.Yarın sabah amcan sizi gelip alacak.Uzun bir süre sizi göremeyeceğim yavrum.Kardeşine iyi bakacağını biliyorum,ona beni düşman belletme,lütfen.Sizi çok seviyorum.” Deyip ellerimi tutup öptü. “Nereye?!” diyemeden karşı kaldırıma geçen siluetiyle baş başa kalmıştık.

Babamın yokluğunu takip eden günler boyunca onun ne kadar sorumsuz olduğunu düşünüp durdum.Anneciğimin nasıl bir aşkla ona tahammül ettiğini kurguluyor,ona acıyordum.Babamdan asla baba olmazdı! O yere göre sığmayan,kalıbından taşan bir adamdı.Her zaman hür yaşamış,zincire vurulunca kaçmıştı işte.Karısının olmadığı bir eve her akşam gelmek zorunda kalmayı yedirememişti aklına,mantığına. “Gitmek zorundayım” deyip gitmişti işte.Ne kadar sığ bir açıklama,ne kadar yavan!

Her geçen gün giderek büyüyen öfkem ve hüznüm iki aydan sonra şekil değiştirmeye başladı.Ya ben toyluğu bir kenara bırakıp içimdeki taşları yerine oturtuyordum,ya da hayat çok kolaylaşmıştı.Güney bir defa,büyümüştü.Omuzlarıma yüklenen annelik görevi katı kurallarından sıyrılmıştı bu sayede.Artık onunla arkadaştım,sahiden ablasıydım.Sadece ablası… Saçlarım mesela artık istediğim gibiydi. ‘Ben’ artık istediğim gibiydim.Ne beynimin kıvrımlarında ne de ellerimde kelepçeler vardı.Annemin yokluğunun damarlarımı tıkadığı,beni nefessiz bıraktığı yıllarda sorumsuz,kafasına göre hareket eden babamı öldürmemeyi başarmıştım.Katil değildim.Özgürdüm,özgür! Mutluyduk sonra,annem kadar olmasa da bize şefkat gösteren yengem vardı.Evine bağlı,evdeki insanlara karısına,çocuklarına ve bize bağlı bir amcam vardı.Kafasına göre evden çıkıp gitmeyen,yerini bilen.

Bugüne kadar neden kendim olamadığımı çok sorguladım.Kafesteki kuş değildim,istediğimi yapabilme lüksüne sahiptim.Elimin altında maddi,manevi her imkan da vardı.Benim zorum neydi peki? Şimdi bir-iki ay öncesini düşünüp kaybettiğim yıllara hayıflanıyorum.Kalbimi,düşüncelerimi nasıl bağladığımı gördükçe sinirleniyorum.Hani ‘zincirleri kırmak’ deyimi vardır ya,öyle bir şeydi benim yaşadığım bu dönüşüm.Kendi kendimin üzerine gelen,baskı kuran yine benden başkası değildi.Bunu farkettiğimde kainattaki en özgür kadın bendim.Babam ve ölümü beni geçmişten kopup gelen bir amazon yaptı.Ona minnettar olmam gerekirken değişmeyen tek düşüncem babamdan,baba olmayacağıydı.Babamdan asla baba olmazdı!

Asla Baba Olamayacak Adam’ın Ağzından…

Pardon,aşk nedir bilir miydiniz? Gözleriniz anlamlı bakmaya başladığından beri aşık olduğunuz kişi aynıysa O’nu kaybedince ne hissederdiniz? Eşimi kaybettiğimde yaşadığım inanılmaz acılar,beni onun katilini bulmaya sürükledi.Katilin izini sürmek ve sonunda onu bulduğumu hayal etmek benim için aldığım nefesten daha önemliydi artık.Leyla’nın ölümünden tam beş yıl sekiz ay sonra buldum onu.Sistemli bir takibin armağanıydı bana.Buldum ve öldürdüm.Kolay oldu.İçimi rahatlattım,intikamımı aldım.Ne bir vicdan azabı,ne bir iç sızlaması,yürek burkulması.Diri diri mezara gömülmeme neden olan adama daha fazlasını yapabilirdim ama Leyla’m buna bile razı değilken daha fazlasını yapamadım.Bu yaptığım şeyin sonunu düşünürken yüreğim sızlıyor,gözlerim doluyordu.Lakin aşk her zaman daha ağır basmıştı.

İçten içe Güneş’in benden nefret edeceğini biliyordum.Bu beş yıldır zoraki gülümsemelerden ileri gidememiştik.Her akşam yolumu gözlediğinin,kapıdan girdiğimde boynuma sarılmaya yeltendiğinin farkındaydım.Gelin görün ki Güneş’in yüzüne bile bakamıyordum.Güzelliğinden ve annesine benzerliğinden gözlerim kamaşıyordu,boğazıma bir düğüm atılıyordu.Şöyle alelacele bir yemek yedikten sonra hemen çalışma bahanesiyle odama çekilir,bazen de sadece Güney’i yanıma alırdım.

Güneş’in psikolojisine hiç de iyi katkılar yapmadığımın farkındaydım.Katili bulana kadar bundan hiçbir pişmanlık duymadım.Yalnız bu demir parmaklıklar arkasında olduğum süre içerisinde bol bol pişman olmaya vaktim oldu.Bu pişmanlık yüreğimi o kadar dağladı ki,ne zaman özgürce uçan bir kuş görsem kanadına takılacak kadar alçaldım utancımdan.Güneşe hasrettim.Güneş’ime hasrettim.Onun o annesine benzeyen yüzüne hasrettim.

Bazı günler,özellikle öğlen vakitleri yani Güneş’imin en yakıcı,yıkıcı olduğu saatler sinirlerim iyice gerilirdi.Vücudumun kontrolünü kaybeder,alevler saçardım.Bizi bu hale getiren şimdi cesedi bile olmayan o katile lanetler yağdırırdım.Öyle kızar öyle hırslanırdım ki,hırsımdan demirler eriyiverecek sanırdım.Demirleri hırsımla,öfkemle eritmeye uğraşırdım. ‘Eriseler de çıkıp gidebilsem buradan,ardıma bile bakmadan!’ diye söylenip dururdum.Bu yaşadığım öyle inanılmaz,öyle garipti ki yakınlarımın benim burada nasıl delirmeden durduğumu merak ettiklerini adım gibi biliyordum.Ben ki özgürlük kavramının sınırlarını yeniden yazandım.Övünürdü benimle Güneş’im. ‘Benim babam izin veriyor.’ Der geçerdi gece dışarı çıkmalarına laf eden komşulara.Onu böyle kendine güveni tam bir kız olarak görmek beni o kadar mutlu ederdi ki baba olduğuma bir kez daha şükrederdim.Şimdi o kendine güveni tam,uçuk kaçık,deli dolu Güneş’imin son yıllardaki halleri gözümün önüne gelince kafamda saç bırakmak istemiyorum.

Her yeni güne ‘bugün umutlu davranabilirim,burada olmanın iyi bir yanını bulabilirim’ diye başlamak insanın sinirlerini nasıl yıpratıyor,sadece buradakiler bilir.Burada şehrin en ücra köşelerini,en sevmediğiniz insanların yüzlerini özlersiniz.Bir aralık dışarı çıktığınız hayaline kapılsanız bahçede koşarsınız sevinçten.Burada insanların hayalleri oyuncaktır,herkes herkesin hayalleriyle oynar.Özlemlerini didikler.Siz sevdiğiniz insanlar 350 km. uzağınızda olduğunda özlediğinizi,hasret kaldığınızı düşünüp karalar bağlarsınız.Biz burada cm. yakınlıkla kendimizi kandırırız.Belki bizden yana bir adım atmıştır sevdiklerimiz diye umut eder dururuz.Bedenin tutsaklığı kalbin özgürlüğüyle uyum sağlayamıyorsa yapacak tek şey beklemek oluyor.Beklemek,beklemek ve beklemek…

Müebbetimin on üç yılını geride bırakıyorum.Burada hepimizin kahramanı bir Behçet ve onun on üç yıldır aklıma taktığı tek bir soru var. ‘Kırk yıldır buradayım.Özgür düşüncelere,özgür duygulara sahip olmaktan ne kadar mutluluk duyuyorum,her sabah nasıl bir zindelikle kalkıyorum bilemezsin.Burada yaşlanacağın yıllar içerisinde özgürlüğün yerini iyi düşün.Özgürlük beyinde mi bedende mi?

13 Eylül 2010 Pazartesi

Keops'tan Karışık Piramitlerden Gökdelenlere


Herkes sorunsuz bir ilişki yürütme çabasında oluyor birini sevdiği zaman,onunla bir yola girdiği zaman.Her şey mükemmel gitsin,ufak tefek tartışmalar olsun bitsin.Olaylar büyümesin isteniyor.Ben de bunu istiyordum.Ne büyük hata!

Siz ilişkinizle bir piramit inşaa ediyorsanız eğer bu piramide olabildiğince pürüz koymalısınız.Engeller,çıkıntılar.Mümkünse tutunacak bir kaç dal...

Çünkü  ilişkiler sonsuza kadar yükselmeye devam etmeyecektir tarih ilerlerken.Hep bir nirvana dönemi olacak ve o dönemi yaşadıktan sonra düşüş başlayacaktır.Siz eğer sorunların üstüne kaygan ve pürüzsüz bir zemin inşaa ettiyseniz düşüşünüz tıpkı bir gökdelenin son katından düşmeye benzeyecektir.O derece hızlı,sert ve mucizesiz.Ama olabildiğince sorunların üzerinde oyalanıp,engelleri görmezden gelmeyip ortada bırakırsanız düşüşünüz bir apartman katından düşmeye benzeyecektir.Şansınız ve sevginiz varsa bir balkon demirine takılıp kurtuladabilirsiniz.Mucize ihtimali olacaktır.Belki de çabalayıp kurtulacaksınız.

gökdelenlerden tükürdüm dünyaya

ben hayatım boyunca
bu yüzden kupkuru ağzım
bak geçmedi yıllarca
belki sen bulursun diye
artık son şansımsın
korkma ısrar yok bende
avunurum içkiyle

http://fizy.com/#s/1lvdmi


5 Eylül 2010 Pazar

konuyla ilgisi olmayan yaralılar


 

Bu sabah uyandığında sevdiğin şarkıları bulamayacaksın
Çapraz sorguya alacak seni vicdanınla hataların falan
Yüzünü yıkamaya da gitme ellerin de tükendi filan aslında
Bu falan filanlarla yenile taarruzunu,eskimek de bir yere kadar

Direniş deneme-yanılma yöntemiyle sözünü kanıtlayacaktır
Sonra birdenbire şehirde yangınlar,cinayetler başlayacaktır

Beni sevme,lüzumsuz,hep mutlu aşkta aklın kalacaktır


küçük iskender-sarı şey syf.98

*resim benim eserimdir.gorgoroth sesinden unchain my heart'ı hatırlatması temennisiyle...

2 Eylül 2010 Perşembe

140 karakterden fazla tweetler vol.I



< Düşüncelerimin hakimiyetini sağlamakta problem yaşamıyorum.Sadece bir problem yaşamadığımı nasıl açıklayacağımı bilemiyorum.(bkz: the shawshank redemption replikleri) Bu durumda 'ergen','liseli' gibi sıfatlar üzerime yapıştırılıyor.Bunun çok acımasız olduğunu düşünenler de 'aptal dişi sendromu','depresyon' gibi teşhisler koyuyorlar.Neyse ki bir şeyleri fark ettim,insanoğlunun kendi kendine yetebileceğini de gördüm.

< Şu 'elit' sayılan dersanelerin "biz diğer lay-lay-lom dersaneler gibi değiliz,kurallarımız var" havaları kafa sikiyor,süreklilik kazandıkça.Öğrencilik kavramı kalıplara dökülüyor diyeceğim de herkes bunun yeterince farkında zaten.Neyse bu da böyle işte...

< Bir zamanlar sevgilisinden ayrılmış her kıza "evlenmeyi düşünmüyordun herhalde,bu işler bir oyun,öğrenmelisin","hayat devam ediyor,çık-gez-eğlen" tarzında verilen tavsiye ve teselliler giderek gereksizleşmeye başlıyor kanımca.Çünkü artık o kadar ciddi ilişkiler de yok,derinden yaşanan aşklar da...Tavırlar,davranışlar,duygular giderek pragmatist bir hal alıyor,bilginize.

< "Punk dinleyince kendimi aptal gibi hissediyorum" söylemine sahip olan bireyin hayatı tersten anlayabiliyor olma kabiliyeti gelişmemiş anlaşılan...Punk bende 'her şeyi çözdüm,yaşadım,yaladım,yuttum ve senin için basite indirgedim,al biraz takıl,eğlenirsin,kafa dağıtırsın' hormonlarını salgılıyor.Dinledikçe aptal olabilmenin tadına varıyorum.Değişik,hoş...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Merrrrak


Aklımın ucundan ramazanın güzelliği geçerken konu beynimin kıvrımlarında döndü dolaştı da filozofluğa geldi.Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama okumuştum ki (valla bak!) 'filozof olmayı başarabilenler aslında hep çocuk kalanlardır'

Çünküsü şuymuş ; çocuklar küçükken sürekli 'ne,neden,nasıl,e niye böyle' gibi sorularla etrafındakileri bunaltırken aslında filozof olmaya çalışırlarmış.Çevresindeki agresif,sorulara basma kalıp cevaplar veren bireyler olarak bizler de onların merak duygularını köreltir,daha ileriki zamanlarda da sikertir ve sürünün bir parçası haline getirirmişiz.

Filozof olmamızı engelleyen bir diğer kötü hava koşulu da 'sevgi' bana kalırsa... Nihayetinde filozofluk,içinde 'philos'u yani sevgiyi barındıran bir kelime.İnsanlar her yeni günlerini sevgilerin yok olduğunu geçire geçire,özlerinde sevgisiz bireyler olmuşlardır.'Bu dünya sevgisiz,bu dünya bitik,e batsın bu dünya!' gibi çoğaltılabilen ergenlik triplerinin başrolündeki sevgi değil bu kastettiğim sevgi.Kastettiğim insanlara genel anlamda beslememiz gereken,yaşadığımız evrene,etrafımızda gelişen her yeni olguya beslememiz gereken sevgi,yani biraz da sevecenlik,sevecen olma hali.

Bizler,2010 yılının gün göreninde otobüse binen her insana yer kapladığı için nefret besleyen,oruç tutup da susuzluğundan yakınana aciz ve cahil gözüyle bakan salak saçma bi' toplum olduk çıktık.Hayır,daha verilecek çok örnek var da aklıma gelmedi.Böyle sürekli gelişen ve değişen dünyamıza karşı bi' nefret,bi' takım asilikler falan derken olumlu olayları farkedemez olduk.E merak yok,sevecenlik yok,bilgiye karşı bir istek yok.Gavurları görmedim,bilmiyorum ama bu durumda bizim bu yalnız ve güzel ülkeden,onun yetişen yeni neslinden filozof-milozof çıkmaz.

Böyle tam bi' ot baş verir gibi oluyo,daha yeşillenemeden ya üstüne basıyoruz ya da onu hemen saksıya transfer ediyoruz.Tıpkı bugün iftar sofrasında görüldüğü gibi ; küçük çocuk annesine 'neden oruç tutuyoruz' diye basit bir soru yöneltir fakat hayattan beklentisi kalmamış,alacağını almış,vereceğini vermiş annecik otu koparır atar,'Allah öyle emretmiş'.Şimdi sen bu çocuktan ne ramazanın önemini,değerini bilmesini -hadi bu alabileceği maneviyatı geçtim-,filozof olmasını nasıl beklersin?! Zaten bu saatten sonra bu çocuktan olsa olsa devlet memuru,işçi falan olur.Yanlış anlaşılmasın,ne işçileri küçümserim,ne memurları ama herkes de bal gibi biliyor ki bu örnek verdiğim iki sınıf da kendilerine denilenleri aynen yapma,dayatılanları harfiyen kabul etme,sorunların ve olayların kökenine inmeme -bunun için gerekli isteği bulamama- gibi özelliklere -sonradan- vakıf olmuşlardır.Çünkü onlar da zamanında varoluşlarından gelen tüm kıymetli erdemlerini bi' şekilde köreltmiş,derinlere gömmüş ya da kaybetmişlerdir.Bu ipin ucu nereye gidiyor bilmiyorum,merak da edemiyorum artık.

Malumunuz,insanın başına ne gelirse ya meraktan ya...

6 Ağustos 2010 Cuma

Kimberley


Zor günlerini geride bırakan Marshall'ın büyük aşkı Kimberley...

Yeni albüm Recovery'yi indirirken karşıma çıkan yorumlara şaşırdım desem yalan olur.Bazısı en başından Kim'e delice aşık olunmasına 'aptallık' diyor,bazısı da sadece tüm bu yaşananlardan sonra Marshall'ın yeni bi' sayfa açtığı albümünde hala Kim'den bahsedilmesinin 'aptallık' olduğunu söylüyor.

Bu yorumlardan da gördüğüm kadarıyla insanlara en çok malzeme olan yaşanmışlığımız ya da duygumuz ; Aşkımız.İnişleri-çıkışlarıyla,yaşanan kavgaları-gürültüleriyle,sergilenen sevgi gösterileriyle ve en sonunda da ayrılıklarıyla baştan başa ilgilenilen bir olgu halinde şu an aşk.

Aşk,şu yaşadığımız dünya üzerinde çok aranan ve çok nadir bulunan bir şey olduğu için bulan-bulmayan herkes onunla ilgili iki çift laf etme çabasında.Çünkü her daim popüler,göz önünde yani yaşayan-yaşamayan herkesin çok iyi tarif edebileceği -hatta yaşamış gibi göstereceği- bir konumda.Aynı zamanda aşkın öyle bir zırhı var ki -bu malzemeden faydalanan insanlara karşı- çiftler yollarını ayırdığında aniden tuzla buz oluyor.Aşık olduğunuz insanla birlikteliğiniz devam ederken,aynı yolda,yanyana yürürken duyduğunuz hiç bir laf sizi alakadar etmiyor,duyacaklarınızı ya da duymayıp da bildiklerinizi de umursamıyorsunuz.Bu 'dünya sikime,minare götüme' tavrı artık aşık olduğunuz insan yanınızda değilse 'puf' diye yok oluyor.En ufak yorumlar,imalar karşısında sinirden deliye dönüyor,belki de içiniz acıyor.

Marshall'a gelince hala Kimberley'ye olan aşkının devam etmesinden doğal ne olabilir ki?! Hatta onun bu aşkı,benim aşkıma olan inancımı körüklüyor.Saf ve çocukça davranarak o Kimberley denen sürtükle bir kere daha evlenmesini,bu sefer her şeyin güzel gitmesini diliyorum onun adına.İçten içe hala aşık olduğu kadını tekrar sarmak istediğinden neredeyse eminim çünkü.

Ayrıca Recovery'den bahsetmek gerekirse çok mükemmel bir long play değil ancak Mathers'ın yeni başlangıcının şerefine sevilebilitesi yüksek. :)

4 Temmuz 2010 Pazar

Mavi Yaka Sendromu


Bugün 'görmemişin blogu olmuş,tutmuş anasını sikmiş' dedirticem belki ama son bir post daha istedi canım.Gazetede gördüğüm bir haberle ilgili.Üstelik komün bir gazetede de değil,gaayet kapitalist bir gazetede gördüm haberi,dumura uğradım.'Mavi Yakalılar Alarm Veriyor' başlığında.İçimden gene Günaydın dedim hemen.Uzun uzun zırvalamışlar bilindik şeyleri,gerçeğin az buçuk köşesinden de bahsetmişler.İşçi sınıfının acı tablosunu canlandırmaya çalışmışlar okuyucunun gözünde ama becerememişler.Çünkü dilleri yavan,üslupları boktan.'Avrupa'da olsa şöyle olur' diye başlayan cümleler duymak istemiyor artık halk,bunu bir türlü anlayamadılar.Ben çizeyim size işçi sınıfının acı tablosunu;

resimde görülenler
1- işçi sınıfının uğrunda ömrünü yediği,peşinde maskara olduğu kapitalist çark
2-ucunda umut ekmeğinin,pembe düşlerin sallandığı ip
3-umut ekmeği,pembe düşler vs.

Şevket'in Kedisi



Şu facia diye adlandırılan Polis filminden sonra kimse Onur Ünlü filmi izlemeye kalkışmaz.Eh kimi düşüncelere göre isabetli karardır bu.Ama hala Polis çok mu sanatsaldı,çok mu boktandı diye düşünmüyor değilim.Beş Şehir'den sonra sadece boktanlığını göz önünde bulundurmama kararı verdim -ki bence de bu çok isabetli bir karar oldu- . Film 2009 Kasım çıkışlı,şimdi de aldığı ödüllerle gündeme geldi.Bana da izlemek düştü.Bir kere Tansu Biçer tüm silikliğini atmış,yer yer 'saykoya bak lan',yer yer de 'ah yavruum kıyamam' diye iç burmuştur.adam haklı beyler! yalnızlığını aynalarla gideren adamın halinden pek kimse anlayamaz sanıyorum,ben anladım.helal de olsun çok iyi oynamış.İstanbul'da kalabalığın içine karışıp ne de güzel saklıyordu yalnızlığını...Hele o son sahnede Dilek (Beste Bereket)'i vurup da silahı 'hadi beni vur!' dercesine yanına atması ve Dilek'in daha ölmediğini bilmesi beni benden almıştır.İnsanlarla iletişimi sıfır,nasıl da tanıdı Dilek'i...

Hemen ardından Beste Bereket'i şaşkınlıkla izlediğimi belirtmek istiyorum.Kendisine sebepsiz ve anlamsız bir gıcıklığım,kinim vardı.Sağolsun Ah Muhsin sildi attı bu filmiyle tüm o olumsuz duyguları.İlk göründüğü sahnelerde Şevket'i siklememesiyle,asi asi tavırlarıyla bana 'ben boşuna uyuz olmuyorum buna işte!' dedirtse de,kendi bölümünde bi' sempati,sevgi yumağı oluşturdum kendisine.Adeta sempatizanı oldum yahu.O beyaz pantolonla salına salına dolanması -ki tam o sıralarda arkaya Ahmet Kaya'yı yapıştırmışlar,helal olsun.bu filme başka bir şarkının asla bu kadar yakışmayacağına adım gibi eminim- , biraz önceki sahnelerde Aydın'ın tokatı üzerine yere serilip bayılmış numarası yapması ve akabinde cingöz bir edayla kalkıp yoluna devam etmesi ancak bu kadar güzel oynanabilirdi.Ayrıca Aydın'ı vurduktan sonraki düşüşü de etkileyiciydi,tebrik etmek isterim buradan kendisini.

Şevket'e gelmek lazım şimdi.Ahmet Rıfat Şungar... Ha Es-Es'te oynayarak bir götlüğe imza atsa da kendisi Üç Maymun fatihidir.Oyunculuğunu bu filmde de konuşturduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Adam king beyler! Nedense buna da sebepsiz bir sempati duyuyorum.Bakışı,duruşu,gülüşü,sesi perdeye çok yakışıyor kesinlikle.Tatlı tatlı Dilek'e 'bişeyler içelim mi? çay falan?' demesi, 'benim yerimde olsaydın kedicik,yerimde olmak istemezdin' demesi ve en vurucu sahnesi Dilek'le çay içtiği sahnede 'şiir okusaydın bilirdin,aşık adam sınanmaz' demesi harikaydı demiyorum ama etkileyiciydi,dikkat ettim de tüm filmle ilgili yorumlarda akıllara kazındığı vurgulanıyordu.Her sabah kalktığında tipine yaraşır coollukta rus ruleti oynaması da günümüz ergen kızlarının gönlünü kazanmıştır. (tabii ki ben de dahilim bu güruha)

Oyunculuğu,asaleti,karizması ve sesiyle filme canveren bir damar da Şebnem Sönmez.Mücver'deki o oynak havasının yerini püfür püfür sigara tüttüren,beylik laflar eden,yer yer de şımarıklık yapan kedicik almış.Dilek'e Şevket'in aşkını ispiyonlayan,sonrasında otopsi resmini götüren kedi... Osman'ın kucağında son nefesini verdiği kedicik.İlk gördüğümde 'aman saçmalamış herhalde' gibi bir tepki verdiğim kedicik,filmin sonlarına doğru 'farklı bir hava katmış' tepkisini aldı benden.

Bülent Emin Yarar'a 'madem bu kadar iyi oyuncuydun,ne demeye Arka Sıradakiler'de kariyerini sarstın be amca?! ' demek istiyorum.Kapmış turuncu kafalı,konsomatris kılıklı hatunu,yengesini öldürüyor kardeşi ve karısı istiyor diye.Ah bir de sonradan kalleş kardeş gelip 'abi ben pişman oldum.fasa fiso.senin de bana karını vermen gerek' deyince yıkılıyor adam,zaten biricik kızı hasta,minicik öğrencisini trenin altına vermiş,çok sevdiği karısı ölmüş gitmiş.adam bitik beyler!Karakterlerin hepsi iç burkuyor,kendini acındırıyor falan ama Aydın'dan sonra acıdığım,burnu boktan kurtulmayan ikinci kişi bu adam sanırım.

Gelelim Osman'a... Bu karakter bana aşkın yaşının da,yan elemanlarının da olmadığını anlattı resmen.Ne hastalığına bakıyor,ne yaşına bu çocuk.Sevdiği kızın deftere çizdiği elini kesiyor,boyuyor,kendine yoldaş yapıyor.Ölüme o eli tutarak gidiyor.Ege Tanman bu kadar ufak olmasına rağmen nasıl kalkmış bu rolün altından şaşırdım doğrusu.Şimdi bunu düşünürken 'ulan bende olsa sendeki bu yetenek,vuhuuu!' diyorum.Yetenekli Piç.

Bir de Ahmet Kaya'yı tekrar hatırlatmadan asla geçmek istemiyorum.Filme müthiş uymuş bir şarkı Beni Vur.Oyuncu seçimleri,replikler,ufak detaylar (aynalar gibi...) iyiydi.Yer yer 'ananıskim noluyo,anlamadım yea!' dedirtmeler de bir sanatsallık katmış filme.Tüm ayrıntılar birleşince ortaya hakikaten çok iyi bir Ah Muhsin Ünlü filmi çıkıyor.

Özeti asla söyleyemediğim bir ingilizce kelimeyle geçmek istiyorum piçler, congratulations!

bu bunaydına yorum yok


bunaydın


"Zeytinburnu açıklarında 1995'te 138 tonluk LPG taşıyan 7 tanker serseri mayın gibi Boğaz'ın sularında sürüklenmişti. DD1 adlı geminin üzerindeki LPG yüklü tankerler ise denizde sürüklenmişti. Yapılan araştırmalar sonucu geminin izin verilen saatler dışında denize açıldığı tespit edilmişti. Bundan 16 yıl önce gerçekleşen yüzlerce insanın hayatına mal olabilecek olayın cezası ise sadece 7 milyar liraydı."

yıllar öncesinden bilinen ve siktiredilen olay şimdi haber oluyor.e günaydın o zaman.uyanalım da depreme hazırlanalım :)

bunaydın


22 haziran 2010 çıkışlı gazetede doçkaların ne şekilde dağa çıkarıldığı haber olmuş.daha yeni akıllara geliyor bazı şeyler,öyle mi ? yoksa bu büyük kapitalistlerin iki ileri bir geri taktiği gibi iki geri bir ileri taktiği mi ?
sorun yok , sorun yok , terör var.
dağda doçka yok , dağda doçka yok , doçkaları katırla çıkarıyorlarmış.